Sevgili okurlar, İçinde bulunduğumuz ocak ayının Kazakistan için sıkıntılı geçtiğini biliyoruz. Geçti diyoruz; çünkü Devlet Başkanı Kasım Comart Tokayev’in “halka seslenişi” ile olayların kontrol altına alındığını öğrenmiş olduk.
Kayıplar var ve sayıları iki yüz ellinin üzerinde. Halkı için hayatını yitirenler için duacı olduğumuzu ifade edelim. Bu arada geçen haftaki yazımızda da belirttiğimiz gibi birkaç saat önce Kazakistan’ın başkentinden gelen haberler vasıtasıyla kurucu Devlet Başkanı Nursultan Abişulı Nazarbayev’in de ülkeyi terk etmediğini ve halkı sükunete davet ettiğini memnuniyetle öğrenmiş olduk. Bu çeşit yıkıcı olayların yalnızca Kazakistan’da değil hiçbir bağımsız cumhuriyette yaşanmamasını dileyelim.
Kazakistan coğrafyası tarih sayfalarında da büyük saldırılara ve yıkımlara uğramıştır. Mesela Timuçin’in bütün Moğol halklarını bir araya getirip büyük bir güç olduktan sonra “Cengiz Han” ilan edilmesinden sonra yaşanan kıyım ve yıkım olayları ilk aklımıza gelen olay. Elbette Sovyetler Birliği kurulduktan sonra, konar-göçer hayat tarzını idame ettiren Kazak halkının zorla kollektifleştirilerek “yerleşik hayata” geçirilmesi ile yaşanan kayıplar ve özellikle de can kayıpları dikkatleri çekiyor. Ayrıca bu uygulamanın neticesinde 1930’lu yılların başında yaşanan “açlık” ve neticesinde kaybedilen binlerce, yüzbinlerce hayat. Yapılan araştırmalar 30’lu yılların başında yaklaşık üç buçuk milyonluk halkın yarısına yakınının hayatını kaybettiğini söylüyor. 1937-38’deki Stalin’in “baskıcı” politikası ile yaşanan “aydın kıyımı” ise kabul edilmesi güç bir hakikat. “Stalin represiyası” adı verilen iki yılda canından olan aydınların sayısı yüz binleri geçiyor.
Şimdilik bu bilgileri bir kenara not edelim ve Cengiz Han ve onun Kazakistan’ın özellikle Otırar (Otrar olarak da bilinir) şehrinde yaptıklarına bakalım. Oraları gidip yerinde görme şansı bulduğum için rahatlıkla paylaşabilirim sizlerle.
Kazak yazar/şair Muhtar Şahanov Cengiz Han’ın Sırrı romanında kapkaranlık bir tablo çiziyor. Yazar kötülük temasını, kendi devrinde önemli devletleri tarihten silip atan, mühim kültür merkezi şehirleri yerle bir eden, kültürleri yok eden, günahsız insanları acımasızca öldüren Han üzerinden anlatıyor. Onu anlatabilmek için de “kötülük” üzerine düşünüyor ve tarih içinde “tiran”laşmış kişiler üzerinden felsefî zemin oluşturmaya çalışıyor. Tarihten örneklerle konuyu derinleştiriyor ve nihayet “kötülük genlerinin” zaman içinde yok olmayacağını, yeri ve zamanı geldiğinde aynı soydan gelen birinde yeniden ortaya çıkabileceğini anlatmaya çalışıyor. Bunları yaparken de Romalılar, Korkunç İvan, Stalin, Hitler ve Mussolini gibi zalimleri zikrediyor ve tarih içinde pek çok efsane ve menkıbeyi ele alıyor.
Manzum tarzda yazılan bu eser türünün ender örneklerinden bir tanesi. Bunda yazarın aynı zamanda şair olması önemli bir etken. Muhtar Şahanov’un bu eseriyle başarılı bir roman ortaya çıkardığını söyleyebilirim. Eserde tarih ile modern hayat birleşiyor. Tarih sayfalarından derlenen olaylar olduğu yerde kalmıyor ve hâlihazıra getirilip okuyucuyu kendi yaşadıklarıyla yüzleştiriyor.
Peki yazarın bundan amacı ne olabilir ki? Hiç düşündünüz mü? Bence amacı “tarih”in bitmiş bir süreç değil, bilâkis devam edegelen bir olgu olduğunu vurgulamak istemesi. Zaman tünelinde çok gerilere giderek tarihin kanlı sayfaları karşısında çaresiz kalan okuyucu, modern zamanda veya yakın geçmişte yaşananları yorumlamaya çalışıyor. Bir başka ifadeyle Şahanov, geçmişle geleceği aydınlatıyor ve geleceğin temellerinin geçmiş ile atıldığını anlatmaya çalışıyor. Şimdi bütün bu yorumları geçtiğimiz iki hafta boyunca yaşanan olaylarla karşılaştırmak veya bu yeni olayları bu felsefe ile yorumlamak mümkün mü? Elbette mümkün.
Tarih sürüp giderken “insan genleri” de sürekliliğini devam ettiriyor. Bunu bilim adamları söylüyor. Hatta belki inanmayacaksınız ama yakın geçmişte sinemalarda oynayan “Lucy” adlı
filmde bilim adamının göstermek istediği araştırma sonuçlarına bakabilirsiniz. Hatta ilk insandan günümüze kadar genlerin geliştiğini, her yeni neslin geçmiş nesillerin bilgilerini miras olarak aldığını görebilirsiniz. Şahanov da “genlerin yıllar belki de yüzyıllar sonra yeniden ortaya çıkışını Şeben ve oğlu Timuçin ile göstermeye” çalışıyor. Cengiz Han’daki “öldürme” duyguları, aradan geçen sekiz yüz sene sonra Şeben ve Timuçin’de yaşıyor. Cengiz Han kılıcıyla insanları acımasızca katlederken, Şeben uyuşturucu ticareti ile insanları zehirliyor ve nihayetinde öldürüyor. Timuçin de çağın en gelişmiş silahları olan “kimsayal”larla insanları öldürmekte. Gördünüz mü benzerlikleri? Daha yakından görmek isterseniz hem kitabı okur hem de filmi seyredebilirsiniz. Ha bu arada filmde başka bir konu daha işleniyor. O da ne biliyor musunuz? Eğer insan “beyin kapasitesinin” tamamını kullanırsa ne olur? Bunu öğrenmek için önce kendinize sormanız gereken beyninizin yüzde kaçını kullandığınız. Almanya doğumlu Yahudi teorik fizikçisi Albert Einstein’ın %10-11 kapasite ile kullandığı beyni ile fizik ve matematik alanında yaptığı çalışmalar sayesinde ödül kazandığını söylersek gerisi size kalıyor. Hawkins’in de %12 ile beyin kapasitesini kullandığını bilim insanları söylüyorlar. Balinalar ise %16’ya kadar çıkabiliyor. İşte bu yüzden çok hassas canlı olarak biliniyor.
Şahanov ise bu düşüncesini anlatırken Etrüsklere kadar gidiyor. Bugün bile kimlikleri konusunda tartışmaların yaşandığı Etrüsk tarihine kadar inerek onların ölüleri anmak için kurban ayinleri düzenlemelerini anlatıyor. Cengiz Han’ın da ölmeden önce vasiyet olarak ölümünden sonra elli kızın kendisi için kurban edilmesini istemesi romanda yerini alıyor. Yazar, kurban ayinlerinin Afrika ve Avustralya’daki ilkel kabileler arasında yaşadığını da satır arasında okuyucuya duyuruyor.
Roma dönemine giderek arenada yapılan gladyatör dövüşleri de anlatılıyor. Bu insanlar birbirlerini acımasızca kılıçtan geçirip kanlarını dökerken seyirci gördükleri kanla ipnotize olmuş vaziyette seyretmektedirler. Birbirlerinin ölümünden, can çekişmesinden, vücudunun parçalanmasından haz alır hâle gelen insanlar daha çok kan görmeyi arzuluyorlar. Bu durum da Romalı yöneticilerin işlerini kolaylaştırıyor. Alkibiades’in ifadesiyle “Halkın dikkatini siyasilerin hatalarına ve eksiklerine çekmemek için onları olağanüstü şok yaratıcı işlerle oyalamak gerekiyor.” (s. 24) Onlar da bunu yaparak halkı uyutuyorlar.
Yazarın eserde “Bilmenin trajedisi”ni hazırlarken başvurduğu İncil, Periandros ve J. J. Rousseau gibi kaynaklar da bir yönüyle eseri “tarihî” kılar. Bu felsefî zemin hazırlandıktan sonra Otırar şehrinin Cengiz Han döneminde yerle bir edilmesi hadisesi romanın tarihiliğini pekiştirmektedir. O dönemde Otırar şehri, bilime ve bilim adamına verdiği değer ve adaleti ile tanınan Kayırhan tarafından idare edilmektedir. Aybar da o bilim adamlarından biridir. Kanseri tedavi edecek formülü bulmuş, aynı zamanda şair bir kişidir. Cengiz Han, Otırar’ı oğulları vasıtası ile yerle bir ettirdiğinde kütüphanesi ile birlikte toprağa gömülmüş, bir daha da bulunamamıştır. Fakat büyük keşfi yani kanserin formülü eşinde kalmıştır. Cengiz Han da bu amansız hastalığa yakalandığında etrafındaki casuslar ona bu formülden bahsederler. Aybar’ın karısı Akerke—Kayırhan’ın kız kardeşi—Cengiz Han ile kendi otağında yüzleşmiş, ona bu formulü vermemiştir. Bunun sebebi de zulmü ve kötülüğü ile bilinen bir hükümdarın daha fazla yaşamasını istememesidir. Kendisi de ölümle yüz yüzedir, Cengiz Han da. Yani her iki şahsiyet de ölüm karşısında “eşit”tir. Bu durum da Akerke’ye cesaret verir.
Olaylar tarihin de işaret ettiği gibi gelişir ve Cengiz Han, “geleneklerimize göre, en seçkin kırk atımı ve kırk genç ve güzel kızı kurban edeceksiniz” vasiyetine uygun olarak gömülür. En sâdık komutanı Jelme’ye “Beni gömdükten sonra, hemen mezarımın üzerinden on bin baş at sürüsü geçir… kendi yüz askerinle törende çalışan uşakları, karşınıza çıkanları ve hatta dönüş yolunda rastladıklarınızı, hepsini, öldürün! Bu yüz askeri de diğer iki yüz askerle öldür” talimatını verir. Jelme’yi öldürme emrini de uşağı Tayden’e verir.
Onüçüncü yüzyılın henüz ilk çeyreğinde gerçekleşen bu olay hâlâ aydınlatılamadığı gibi Cengiz Han’ın mezarı da bulunabilmiş değildir. Roman, Cengiz Han’ı annesine ve kardeşine zulmedecek kadar zâlim, insanlara karşı acımasız olarak betimlemektedir. Yazarın bunu yapmaya elbette hakkı vardır. Zira Şahanov da Otırarlıdır. Hâlihazırda bile eski Otırar harabe hâlindedir ve yıllardan beri yapılan arkeolojik çalışmalar devam etmektedir.
Peki, Cengiz Han’a başka bir açıdan bakmak mümkün değil midir? Mesela Moğollar onu nasıl görmektedir? Bu da ayrı bir araştırma konusudur. Son yıllarda Cengiz Han’ın adının yüceltilmeye başlandığı ve heykellerinin yükselmeye başladığı bilinmektedir. Nitekim yazar Şahanov, kurmuş olduğu bir grup ve dernekle insanlık tarihine “tiran” yani “zâlim” olarak geçmiş olan şahsiyetleri dünyaca lanetleme, kınama faaliyetleri içindedir.
Şahanov, eseri bu noktada bırakmamaktadır. Tıpkı Cengiz Aytmatov’da olduğu gibi tarihî bir vakayı veya en azından tarihçilerin kaydettikleri olayları modern zamanın bir meselesini açıklamak için kullanmaktadır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birdenbire ve hazırlıksız olarak piyasa ekonomisine geçilmesi bir anda ülkenin—belki de bütün eski Sovyet cumhuriyetlerinin—maddî ve manevî bünyesini yıkmıştır. Maddiyat ve menfaat öne çıkarken, para kazanmak ve dolayısıyla güç elde etmek mücadelesinde insanlar diğerlerine acımasızca, tıpkı Cengiz Han’ın acımasızlığı gibi zarar vermeye başlamışlardır. İşte bu noktada yazar, kötülük genlerinin hiçbir zaman yok olmadığı, bir gün bir yerde aynı nesilden gelen birinde yeniden ortaya çıkabileceği gerçeğini ispat etmeye çalışmaktadır. Belki de mevcut olan kötülükleri tarihten örneklemelerle açıklamaktadır. Bunların da romanın tarihîlik vasfını ne ölçüde etkileyebileceği sorusuna okuyucunun ve edebiyat tenkitçisi cevap verebilir.
Cengiz Han’ın kurduğu devletin, Hazar ve Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’nın içlerine kadar ilerlediği, güneyden de Mısır’a kadar gittiği bilinmektedir. Moğol ordularının seferleri sırasında yaptıkları insanî ve kültürel yıkım her zaman tarihçilerin gündeminde olmuştur. Cengiz Han, ölümünden önce devletini oğulları arasında üleştirir. Büyük oğlu Çuçi, babasından önce ölür. Oğlu Batu, Altınordu devletini kurar. Daha sonra bu devlet de hanlıklara parçalanır ve yıkılır. Diğer çocukları kendilerine düşen coğrafyada hüküm sürerler. Özellikle Maveraünnehir civarında Timur ve onun neslinden gelenler hüküm sürmeye başlarlar. Türklüğü konusunda tarihçilerin hemfikir olduğu Timur ve onu takip eden hükümdarlar da romanlara konu olmuşlardır.
Gördüğünüz gibi tarih de roman da bizim için. Fakat her ikisinde de baş rol oyuncuları insanlar olduğuna göre “genlerimize” dikkatle bakmamız gerekiyor. Biz “hakkı, haklıyı, hakikati, adaleti ve eşitliği, şefkati ve müsamahayı” gözeten atalarımızın yolundan şaşmayalım. Haftaya yeni bir konu ve yeni bir “edebiyat”ta buluşmak üzere, Selam ve saygıyla,